BENDEKİ TAVŞANDAĞI
Hatırlayamıyorum tam olarak. 5-6 yaşlarında olabilirim belki. Babamdan büyük bir hayranlıkla dinlerdim Tavşandağı hikâyelerini kapı aralıklarından. Aklıma geldikçe kendi kendime gülümser, bazen de rengimin değiştiğini hissederim. Çocukluğuma dönerim her bir hikâyede. Boğulur kalır içinden çıkamam bir an.
Tavşandağı biz yeni yetişen nesiller için hikâyeleri bol olan bir “mış” lar ülkesi gibi. Kaf Dağı”nda aksakallı dedelerin elma şekeri dağıtmasıdır şimdiki nesillere Tavşandağı. Oysa içinde yaşayanlara sormalı bir de onu. Kaç gece sabahlanmıştır bir çift öküzle ormancılara yakalanma endişesi içinde yurt edindikleri pınarların başında, dağların yamaçlarında. Kış gecelerinin ayazlarını nasılda iliklerine kadar hissetmişlerdir radar yollarında. Bir yanda fakirlik ve yaşam mücadelesi, diğer yanda yarının ne getirip ne götüreceğini bilmeden dağıtmışlardır umutlarını kağnı tekerlerinin gıcırtısına. Kışın ayazı tez gelir bir daha da kalkmak bilmezdi kapıdan o zamanlar. Akşam olup da karanlık bastırdığında şehirden gelecek “bir çift gözün” elinde getirdiği çıkına bakardı gözleri. Bal-börek değildi bekledikleri de. Biraz un, lüküs lambaları için gazyağı, birkaç kilo şeker ve tuz. O günün annelerine “Siz hala annenizin margarinini mi kullanıyorsunuz?“ denilseydi ne düşünürlerdi dersiniz iyi bir sopadan başka. Ekmek aslanın ağzında derler ya. Ekmek bulana aşk olsun. Olsa alınırdı elbet aslanın ağzından da Çerkezlik değil mi? Evin erkekleri ormandan kaçak olarak kestikleri kütükleri Merzifon’da satar; katık ekmek yapıp dönerlermiş o zamanlar. Ertesi günün önceki günden farkı olmazmış; bir daha bir daha. Hikâyesini dinlediğim tüm Tavşandağı anıları bana belki de bu yüzden hüzünlü gelir. Tekrarını defalarca dinlesem de; her tekrarında yeniden ürperir ve üşürüm. Dışa olmasa da içe doğru gözyaşlarımın bir sel olup aktığını, içimde fırtınaların koptuğunu hissederim bir an. Öksüz bir çocuk oluverir duygularım. Kendi dünyamda yalnızlığını yaşarım Tavşandağının, Tavşandağlının. Ara ara yoklarım kendimi. Çerkez dediğin sert olur; saklar gözyaşlarını, duygularını. İçte yaşar ne yaşarsa; dışarı sızdırmaz derdini, ahını, aşkını, alın yazısını. Ve ben yıllar geçse de o burukluğu hala içimde taşırım. Suskunluğumun esiri olurum. Belli yaşın üstündeki çoğu Tavşandağlının bir zamanlar ömrünün en taze günlerini geçirdiği koca çam ağaçlarının diplerinde ne kadar kahramanlık hikâyesi anlatsa da içten içe bir burukluk yaşadığını, taşıdığını düşünmüşümdür ben. İşte bu yüzden karşılaştığım her Tavşandağlının yüzündeki hüzün bana acı verir. Yarınları idrak etmek adına ne bulunmaz mirastır saçlarındaki beyazlıklar anlayana. Ya öpülesi ellerindeki nasırlar şimdi ne ifade eder biz mirasyedilerine. Damarlarından girip ruh dünyalarına usulca sokulunca; gözyaşı pınarlarının her an çağlayan olup akmak için bahaneler aradığını göreceksiniz Tavşandağlının.
Şimdilerde yaşayanları dede, nine; ölmüşleri bir nostalji oldu evlerimizin köşelerinde, beyinlerimizde. Kağnıları, kara lastikleri, çarıkları, gaz lambaları ile şark köşelerini süslüyorlar bazılarımıza. Beğendiğim bir sözde: ‘Eski başkadır, eskimiş başkadır. Nice eskiler vardır ki onlar hiç eskimemişlerdir.’ der. Tüm güzel duygular gibi; acılar, anılar, yokluklar, varlıklar gibi. İnsanoğlu içindir hepsi. Tümünden bir tutam eklemiştir yaratıcı mayasına insanoğlunun. Yaşamak, doğmak, ölmek gibi…. Bana öyle geliyor ki; zamanın acımasız çarkları yutsa da çoğu şeyi, onlar hiçbir zaman eskimeyecek; nesilden nesile bir dua gibi taşınacaklar; yarının aydınlık dünyasına, gönül aynalarımıza… Dua ile.
05/02/2011 Şanlıurfa
Şener İZCİ