Başlarken neyi değil, nasıl yazmam konusunda çelişkilerim var. Üslup konusunda kendi ifadelerimi beğenmiyor, istemeyerek de olsa didaktik sözcükler kullanıyorum. Hoşuma gitmiyor, ama dönüştürmeyi de beceremiyorum, hoş görülmesi dileğiyle.
“ Her ne ayırıp uzaklaştırıyor, yabancılaştırıyorsa, tümü girdi aramıza.“ Aramıza giren mesafe mi? Zaman mı? Duygular mı? Tutkular mı? Yaşam mı? Her ne ise onu kısmen de olsa aramızdan kaldırmak için bir araca ihtiyacımız vardı. O araçlardan bir tanesi en güzel şekilde hazırlanıp hizmetimize sunuldu. O da bu platform. Ancak, maalesef yeteri kadar etkin ve faydalı bir şekilde kullanamıyoruz. Nasıl verimli hale getirebiliriz? İlk akla gelen, ilgi duymakla, sorumluluk hissetmekle, düşünceleri, eleştirileri, önerileri paylaşmakla olur. Yeterince potansiyelimizin olduğundan hiç kuşku yok. Ancak, burada bir parantez açmam gerekiyor. Madalyonun gülen tarafını görmeye çalışıyorum, hep orada oyalanmayı seviyorum, oysa zaman zaman madalyonun arka tarafına da bakmak gerekiyor. Oraya bakıldığında, genetik bir özelliğimizle, egosantrik bir yapı ile karşılaşırız. Bu yapı potansiyelimizi durağan kılıyor, onu engelleyen bir özellik olarak gözüküyor, ama genetik bir özellik yapılacak bir şey yok.
Yaşça büyük, kültürün içinde yaşamış olanların anlamlı katkılar yapacağına inanıyorum, ama o kültürün içine doğan, o kültürü eleştirisiz, olduğu gibi, bütün değer yargılarıyla kabul eden bizler, kendi sınırlarını, belirli kalıpları aşamama, bir yere saplanıp kalma, gibi bir durumumuz olabilir. Bunun da farkında olamayabiliriz. Bu durumumuzu aşmaya gençlerimiz bize katkı verebilir, ufkumuzu açacak, evrensel niteliği olan eleştiriler, öneriler sunabilirler. Bunları memnuniyetle değerlendirir, bizi zorlamalarını arzu ederiz. Bize kendimizi değerlendirme fırsatı vermelerinden memnuniyet duyarız. Gençlerimizin düşünceleri bizim için çok önemli, çünkü gelecek onların, konuşacak, yönetecek onlar. Gençlerimiz bizi ikna edinceye kadar biz değerlerimizi anlatmaya, savunmaya devam edelim.
Bir kültürün varoluşsal niteliklerini belirleyen dil ve düşünce yapısının tarihi süreç de nasıl olageldiği, bu yolculuk da yaşamsal alanın hücrelerini derinliğine nasıl etkilediğini ve yaşam formlarını nasıl düzenlediğini ve bu görünür kılınan formların neyi ifade ettiğinin, anlamı ve işlevi dille beraber yok olma sürecine girmiştir. Bu süreç, görünen gerçeklere bakıldığında tersine çevrilemez, yeniden yaşatılamaz bir süreç gibi gözüküyor. Canlı, doğal yaşam alanının dışına çıkarılırsa kendisi olarak var olma şansını zamanla yitiriyor. Sanırım böyle bir süreci yaşıyoruz. Bir adım sonrasının hesabı yapılmadan, yoğun bir şimdi içinde yaşmanın bedeli bu olmalı. Kuşkusuz yapılması gereken birçok şey olabilir, bana göre yapılacak şey elde kalanın arşivini tutmak, bu kültürü “ hiç “ olmaktan kurtarıp tarihe mal etmektir.
Bu kadar karamsar olmaya gerek var mı? Emin değilim. Ümitsizliğe düşürecek süreçlerin yaşandığı gibi ümit var eden çalışmalar da yok değil. Dil, xabze, tarih ve mitoloji konuların da çalışmalar, yayınlar yapılıyor. Bu çalışmalardan ne kadar faydalanılıyor ya da günlük pratik yaşamın işlevine katkısı oluyor mu? O da ayrı bir mesele. Ancak xabze ve tarihe ilişkin çalışmaların içeriğinde olay ve olguların formel olarak ifade ediliyor olması, konuların kapsamı, derinliği ve özü eksik bıraktığı gibi bir kuşkum var. Oysa xabze, kişinin ve toplumun günlük yaşamını düzenleyen kurallardır. Bu kuralları maddeler halin de sıralayıp yazarsınız. İyi de bu yapılan, olanın/olayın sadece görünen kısmı olmaz mı? O konuların, tarih ve düşüncenin derinliğinden taşınan, yaşamın ilmikleriyle örülü dokunun görünen kısmının ötesini kavrayama sak, o kuralları bilinçsiz mekanik olarak uygularız ki, O da bizi eyleminin ne anlama geldiğini bilmeyen, alışkanlıklarla yaşayan bireyler topluluğu yapmaz mı?
Xabze ile yaşam, düşünce ürünü olan yaşam tarzını içerir, düşünce ürünü olmayan yaşam tarzı, düşünce içermeyen alışkanlıklarla yaşamı getirir. Bu durumdan kaygı duymalı mıyız? Bilmiyorum. Her ne olursa olsun, hani modernleşiyoruz ya, zenginleşiyoruz ya, teknolojiyi kullanıyor, popüler kültürle aydınlanıyoruz ya, oh ne güzel. Öz benlik, kendi değerlerinle yaşama, kendin olarak var olma halleri karın mı doyuruyor!
Neyse, konum bunlar değildi, başlayınca uzadı gitti.
Esas konum, hiç vazgeçemeyeceğim benim olan, ben olan ya da o olduğum kendi küçücük cumhuriyetim olan köyüm, köylerim yani bilinen adıyla beş köyüm. Kuşkusuz insan, doğduğu, büyüdüğü yerin taşını, toprağını, suyunu, havasını özler ben hiç oralarda değilim. Çünkü o topraklar yüz elli yıl önce bize tahsis edildi, gelecekte ne olur bilinmez. Esas olan, değer olan, anlam olan insanlarımız ve toplumumuz. Demem o ki, biz elli yaşın üzerinde olanların kısmen yaşadığı, daha çok tanık olduğu bizden önceki kuşakların o özgün varoluş ve yaşam biçimlerini, ilişkiler bütününü olumlu ve olumsuz yanlarıyla bir analizini bir değerlendirmesini yapıp anlamlandırabilirsek, şu her şeyin mekanikleştiği, sentetikleştiği, değerlerin madde üzerine inşa edildiği modern dünyada, maddiyatın, paranın değer olmadığı, insan ve düşüncenin değer olduğu, varlıklı olmanın değil var olmanın asıl olduğu bir toplumun o özgün yapısını, yaşama katma şansımız kalmadı gibi geliyor bana, ama belge olarak tarihe katma şansımız olabilir. Bunun koşulu; her birimizin tanık olduğu ya da Anne Babasından, akraba, komşu ya da çevreden gördüğü, duyduğu olgu/olay durum diyalog, sohbet, gibi özgün yaşanmışlıkları ya da unutulmak üzere olan sözcük, Atasözü gibi akla gelebilecek her şeyi paylaşmakla, kayda almakla genç/gelecek nesle katkımızı yapmış oluruz. Lütfen aklımızda hafızamızda var olanları bu platform da paylaşalım, zira bunlar diğer tarafta işe yaramayacak. Bu anlamda bir duyumumu paylaşmak isterim. Her ne kadar o zaman o konuyu yaşayanlar için o olayın sıradan günlük yaşamın bir parçası olarak yaşamış olsalar da bu gün yaşanan popüler kültürün yaşam biçimine baktığımız zaman o kültürün özgünlüğü, derin içeriği kendini açık eder. Adıge toplumunun yüz yıllardır kendi doğallığı içinde xabzesini yaşayarak gelen, o kültürle büyümüş olanlar için o anekdot malumun ilamından başka bir şey olarak algılanmaz.
Bu Anekdotu burada paylaşmamın amacı tarihi yeniden üretmek değil, keşke öyle bir şansımız olsa, ama yaşanan ya da dayatılan gerçekler bize öyle bir şans tanımıyor. Ancak yapabileceklerimiz de yok değil. Xabzenin kapsadığı/içerdiği o kadar konu başlığı var ki, her bir başlığın bir tez konusu olacak nitelikte olduğunu her birimiz kabul ederiz.
Haşim Kuzucu’ dan duyduğum hafızam da kalan bir anekdotu paylaşmak istedim. Şöyle anlatmıştı: “ Mevsim kıştı. Kar diz boyu idi, bir arkadaşımla akşamüzeri Kelmızey köyüne bir arkadaşımıza ziyarete gittik. Gece yarısına kadar arkadaşımızla sohbet, muhabbet yaparak oturduk. Gece yarısına yakın arkadaşımızdan müsaade isteyerek vedalaşıp ayrıldık. Henüz köyün dışına çıkmak üzere iken arkadaşım “pat” diye bir öneri getirdi. Önerisi şu idi: - Aşağı köyde falancalarda konuk kız var hadi oraya gidelim. Dedi. Zamanın geç olmasından biraz tedirgin olsam da öneriyi kabul ettim, gittik. O ailenin kapısını çaldık. Gittiğimiz ailenin yaşı bizden biraz daha büyük olan oğulları gezmeden henüz dönmemiş, kapıyı açmaya gelen Baba bizi görünce, - Buyurun, buyurun çocuklar. Dedi bizi içeri aldı konuk odasına oturtturdu, kendisi gitti, evin kızıyla konuk kız geldi, hoş geldiniz hal hatır sorma ritüelinden sonra, sobayı yaktılar, çay ikram ettiler, sohbetimizi yaptık hayli geç vakit teşekkür edip ayrıldık.”
Geleneklerimiz, törelerimiz, kültürümüz dediğimiz xabze nin içerdiği Wer çer olarak tanımlanan, yöresel diyalektik de pşaşe gerıs olarak bildiğimiz olgunun arı, temiz, seviyeli olmasının ötesinde, seçilen konular, karşılıklı diyaloglar da kullanılan sözcüklerin anlam derinliliği değerlendirildiğinde, sanki felsefenin tartışıldığı filozofik bir ortamla karşılaşırız. 0 seviyeli bir şekilde bir arada olan gençlerin hiç biri Sokrates’i de Platon’u da bilmezler. Kitaplarını da okumamışlardır, ama onların anlamlı sohbetleri dilden ve kültürden gelen felsefi anlamlar içeren kavramları kullanırlar ve sohbet edebi bir seviyede gelişerek devam eder. Bu olguyu tek bir örnek olarak alsak bile böyle bir kültürü yaşayan, üreten ve taşıyan bir toplumun sağlıklı olarak var olmasından daha doğal ne olabilir. Ne yazık ki bu yapı bilinen nedenlerle kırılmaya uğramıştır.
Xabze dediğimiz kültürel yapımızın anlatılacak, yeniden üretilecek o kadar çok konusu var ki, oturup kaybolmakta olan izleri yeniden ele alıp ortaya çıkaracak gençlerimizi bekler. Kaldı ki bir örneklem üzerinden girdiğim konuya sadece formel olarak değindim. İçeriğine girip de böyle bir işlevin sosyal ve toplumsal yapıyı nasıl kurguladığını, sağlıklı kıldığının analizini yapmadım.
Duygusal bir söylemle tamamlayım yazıyı.
“Biz” kavramıyla başlamıştım, sürdürelim bizden, bizin içeriğinin bilincinde olarak. Bizden, kültürden, toplumdan kopmak, kaybolmayı, yok olmayı göze almak, yönünü yabanda tek başına bulmaya cüret etmektir. Terk edişlerin, dağılışların başka türlüsü mümkün olmadığı için, terk edişleri kimselere anlatamazken, bunu içten içe biliriz. Başka bir şey daha var “ kendimiz olarak var olamadığımızı da biliriz.” Çekip, seni sen eden kümeden çıktığın da sadece orada kalanları değil kendini de bırakırsın geride. Kendini bırakmış olarak, sen olan, seni sen yapan insanlardan uzaklaşır, senden bihaber bir dünyaya doğru ilerlersin. Senin için bilinmez bir diyarda, sır bir insan olarak yürürsün bir süre, onlar seni bilmez, sen onları bilmezsin. Yavaş, yavaş bölünmeye, bir ayağı araf da yaşamaya başlarsın. Hiç dönmeyecek, dönemeyecek dönsek bile bıraktığımızın beklemediğini, değiştiğini, zamanın o duyguyu nasıl usul usul öğüttüğünü bilerek bile olsak, dönüş bizim için bir ihtimal olarak kalacaktır. Pratik yaşanmışlıklar o ihtimalin de gerçekleşemeyeceğini göstermiş olsa bile, hayalle hakikat arasında gidip gelmeler devam edecek. Dönmenin olanaksızlığını sezmek, dönüş arzusundan vazgeçiremeyecek bizi. (Giden kim, kalan kim, gidilen yer neresi, kalınan yer neresi?) Herkese saygı, sevgi selamlar.
03.06.2012
Dursun Kuzucu